top of page
Ara

Üç Zihin Karşılaştığında: Çeviride Zihinselleştirme

elifokangezmis

Kitap çevirisinde, özellikle de düşünce metinleri söz konusu olduğunda, çevrilenin metnin kendisiyle sınırlı kalmadığını; çevirmenin sözün kendisi kadar sözü söyleyenin zihin dünyasına, sözü söylerken hitap ettiği hayali okura dair de bir çeviri faaliyeti yürüttüğünü, bunu da kendi zihnini yeri geldiğinde araçsallaştırarak, yeri geldiğindeyse doğrudan bir inceleme nesnesi haline getirerek yaptığını düşünüyorum. Ancak bu mekanizmaya dair spekülasyonlarda bulunmadan önce çevirinin kaynağından ve hedefinden ne anladığımı açmam gerekiyor.


Metnin ardındaki ses(ler)


Bir düşünce yazısını çevirmeye başladığınızda ilk duyduğunuz ses, kuşkusuz, yazarın sesidir. Yazarın nasıl bir tonda konuştuğunu, anlattığı meseleyle nasıl bir ilişki kurduğunu, konuya hakimiyetini, nerelerde zorlandığını daha ilk sayfalardan sezmeye başlarsınız. Yazarla yeni yeni tanışılan bu ilk sayfaların ardından metin ilerledikçe, yazarın sesi vasıtasıyla konuşan başka isimler de belirmeye başlar. Yazar çocukluğunda koyu Katolik bir ailede yetişmişse, örneğin, artık ateist olduğunu açıkça söylese bile metinde dini atıflar, örnekler görülebilir. Veya kullanılan kavramlar, düşünceyi ele alma biçimi üzerinden yazarın başka hangi yazarları okuduğunu, kimlerden etkilendiğini tahmin edebilirsiniz. Buna bir de yazının bağlamı eklenir: Yazar bu metni kim(ler)le diyaloğa girmek için yazmıştır? Yazarken kim(ler)den ne tür cevaplar bekler? Ve elbette, bu yazarı, yazdığı bu yazıyla dahil olduğu düşünce tartışmasında diğer yazarlardan ayıran unsurlar nelerdir? Bu bağlamda, “eser, söylem iletişiminin zincirlerinde bir halkadır. Bir diyalogdaki replik gibi hem cevap verdiği hem de kendisine cevap veren diğer eser-sözcelerle ilişkilidir. Aynı zamanda, yine bir diyalogdaki replik gibi, konuşan öznelerin değişmesinin yarattığı mutlak sınırlarla ayrılır” (1).


Bu da metnin tek-özneli olduğu kadar bir diyaloğun parçası olduğunu akılda tutmayı gerektiriyor; diğer bir deyişle çevirmen çoksesli bir ortamda tek bir kişinin sesi olmaya çalışır. Ancak burada ister istemez başka bir soru geliyor akla: Söz konusu tek kişi, tek-özne, yani yazar kimdir tam olarak? Mevzubahis o mutlak sınırların içinde kimi buluruz? Çevirmenin veya okurun muhatap olduğu yazar, yazarın tüm insani çehreleriyle şahsı mıdır yoksa yazarkenki oluş-hali mi? Yazarı tanımak, örneğin çocukluğunu bilmek, anlattıklarını kavrayabilmek için şart mıdır? Anlama çabasının yazarın bir tür ruhsal çözümlemesini yapmayı da içerdiğini düşünen veya metinleri yazarın iç dinamiklerini yorumlamak için birer araç, ipucu olarak kullanan yazarlar (özellikle de psikoloji literatüründe) varsa da ben bu görüşten ayrılıyorum: Düşünce metinleri her ne kadar yazarın “akademik” denebilecek benlik sunumunun dışında kalan “kişisel” öğeler barındırsa ve kimi örneklerde bunlara dair veri sahibi olmak yazarın aktarmaya çalıştığı düşünceyi daha iyi kavramaya yardımcı olsa da, bu yönde bir gayretin çoğu zaman bir “aşırı okuma”yla sonuçlanmasının kaçınılmaz olduğu kanısındayım. Dahası, gerekli de değil. 


Gerekli değil, çünkü yazarın sunduğu benliğinin de nihayetinde kendi benliğinin bir kesiti olduğu söylenebilir. Okuduğumuz metnin yazarının gerçek bir şahıs olduğu su götürmez bir gerçekse de biz o yazarın ancak bizim önümüze çıkardığı kadarıyla temas eder, yazara dair tasavvurumuzu istesek de istemesek de belli bir çerçeveyle sınırlarız; ne de olsa yazara dair her şeyi, iç ve dış dünyasının tüm hakikatini bilmek, anlamak mümkün değildir. Öte yandan yazarın tamamını tanımamak ve elimizdeki malzemeyle yetinmek, onun bize sunduğu benliğin sahte veya kendisinden farklı olduğu anlamı da taşımaz. Bunu terapide terapistin benimsemesi beklenen tutum üzerinden açmaya çalışalım: Terapist terapi odasında kendisine sunulan malzemeyle yetinir; “hastayı daha iyi anlamak” gibi iyi niyetlerle de olsa, farklı kaynaklardan hastaya dair ek bilgiler edinmeye çalışmaz. Bunun bir sebebi, kuşkusuz, hastanın sınırlarını ihlal etmemektir. Fakat diğer ve asıl önemli sebep, hastanın terapi odasında görülen benliğinin, oraya getirdiği malzemenin, getirdiği kadarıyla, anlaşılmasına ve üzerinde çalışılmasına yeterli olacağının koyutlanmasıdır. Ancak bu koyut, araştırmanın (terapinin) öznesinin sunduğu malzemenin “kendisinden başka hiçbir şeye gönderme yapmadığı” yönünde bir varsayım barındırmaz. Buradaki yaklaşımı daha ziyade biyolojik tahlillerde koca gölden bir kap su alınmasına benzetebiliriz; iyi seçilmiş bir örneklem, bütünü yeterince temsil eder. Yazılarda ise örneklemi biz seçmeyiz elbette. Yazar bize, kendi içinden aldığı bir kap suyu çeşitli işlemlerden geçirdikten sonra sunar. Dolayısıyla yazı, yazarın saf bir temsili değildir, bütününe de karşılık gelmez, fakat kendi içinde salt kendine işaret eden bir benlik temsili de değildir çünkü nihayetinde “yazar”dan izler taşır (“sunulan benlik”ten ben işte bunu anlıyorum). Bu bağlamda, çevirmenin sorumluluğu da önündeki örneklemden edindiği verileri doğru yorumlamaktır. Bunun nasıl yapıldığını tartışmayı, ilerleyen kısımlara bırakıyorum.


Muhayyel okur


Metnin hedefindeki okurun kim olduğu sorusuna cevap vermek ise daha güçtür. Yazara dair bir çıkarımda, tahminde bulunmaya çalışırken elimizde iyi kötü bir isim vardır; okur ise kimliği belirsiz bir ötekidir. Ancak her mektubun bir alıcısı olduğu gibi, düşünce metinlerinin de mutlaka bir, belki birkaç adresi olması gerektiğini varsayabiliriz. Kuşkusuz bu adreslerden biri, yazarın diyaloğa girdiği diğer yazarlar, metnin içine dahil olduğu düşünce kültürüdür. Bu bağlamda yazar seleflerine, çağdaşlarına ve haleflerine hitap etmektedir. Fakat bunlara ek olarak kitabı satın alıp okuyacak kişilerin kim olacağına dair kabaca da olsa bir tahayyülü olacaktır. Üniversite öğrencilerine yönelik yazılan bir ders kitabının veya bilimsel bir konuyu geniş kitlelere ulaştırma maksadıyla yazılmış bir çoksatarın tonu ve içeriği, niş bir teorik problemi tartışan makalelerden farklıdır ne de olsa. 


Yazarın metnin okuru olarak kimleri gördüğüne dair ipuçlarını yine metnin kendisinden çıkarabiliriz: Nasıl bir dil kullanılıyor? (Anadilindeki okurlar için dahi “büyük” kelimeler ne sıklıkta, örneğin?) Temel kavramları açıklama ihtiyacı duyuyor mu? (Duyuyorsa, alana dair bilgisi en iyi ihtimalle aşinalık düzeyinde olan kişilere sesleniyor olmalı); Söze nereden, nasıl giriyor? (Kitabın ortasından konuşmaya başlıyorsa, söz aldığı diyaloğu okurun zaten yakından takip ettiğini varsayıyordur); Yaptığı atıfları, eğer özellikle açılmıyorsa, kimler kendiliğinden anlayacaktır? (Shakespeare’e veya kutsal kitaplara yapılan üstü kapalı göndermeleri yakalayabilecek okurların belirli bir profile sahip olması gerekir.)


Okurun kim olduğu sorusunun yanıtını çetrefilli hale getiren bir unsur da yazarın zihnindeki muhayyel okurun metnin çevrildiği dildeki karşılığını bulma meselesidir. Bu bağlamda, edebiyat kitaplarında daha büyük bir örtüşme olduğunu düşünebiliriz: Bir bilimkurgu kitabını, tıpkı yazıldığı ülkedeki gibi, kendi ülkenizde de öncelikle bilimkurgu okurları okuyacaktır. Ancak söz konusu sosyolojik-tarihsel bir inceleme olduğunda, örneğin, tam olarak kimlerin ilgisini çekebileceğini kestirmek her zaman o kadar kolay olmayabilir: Beşeri bilim öğrencileri? Siyasetle uğraşanlar? Aktivistler? Köşeyazarları? Peki hangi siyasi görüşten olacaktır bu kişiler? Eğitim düzeyleri, hayat görüşleri nasıl olacaktır? Metindeki bazı öğeleri çeşitli hassasiyetlerden dolayı farklı yorumlama ihtimalleri nedir? Kâğıt üzerinde, özgeçmiş bazında yazarın zihnindeki okur profiline karşılık gelseler dahi, zihinlerindeki kavramsal çerçeve özelinde, yazarın hayali muhatabıyla örtüşmeleri beklenebilir mi?


Okuma eylemini, tıpkı yazma eylemindeki gibi, birden fazla etkenin, sesin, benliğin devrede olduğu; metinle karşılıklı diyaloğa girilen çokkatmanlı bir süreç olarak düşünmek gerektiğine inanıyor ve bu haliyle metnin kendi içinde bazı ipuçları taşımakla beraber asıl anlamının yazar kadar okurun elinde can bulduğunu; her yeni okumada, yarattığı yeni bağlamla, metnin anlamını yeniden şekillendirdiğini düşünen Ricouer’e yakın bir yerde duruyorum. André Green ise söz konusu çoksesliliğe “metnin yankıları” diyor:


Kendimizi yapıtın söylemi denen bir şeyle karşı karşıya kalmış buluyoruz ve tam olarak yapıtın söylemi diyorum, bir metin demiyorum. Peki, bu söylem nedir? Metin ve metnin yankılarıdır. (...) yapıtın söyleminin yankı ilişkileri hem metinde hem de okur kitlesindedir. Metnin söylemi ile okurları üzerindeki etkisi arasında bir ilişki kurulur, hiç sevmediğim bir sözcükle günümüzde “etkileşim” olarak adlandırılan bir ilişki. (...) Okunduğu zaman da okurda, ne ölçüde metnin yankılarına, ne ölçüde okurun kendi içindeki yankılara bağlı olduğunu çok iyi bilmediğimiz tepkilere yol açar. (2)


Ancak tüm bunlardan metne verili bir anlam atfedilemeyeceği anlamı çıkarılmamalı. Metnin çağrışımlardan beslenmesi ve çağrışımlara vesile olması, nihayetinde yazarın aktarmaya çalıştığı bir “ana fikir” olduğu gerçeğini değiştirmez. Bunu bir tür sabit anlam, metnin taşıyıcı kolonu gibi de düşünebiliriz. Yazar “konuşurken” farklı kişilere konuşsa ve onun diliyle farklı kişiler dile gelse dahi, çıkan söz çokkatmanlı olduğu ölçüde yekparedir. Bu doğrultuda, çeviri en azından bir kısmı itibariyle bir tür dendokronoloji çalışmasını andırır: Çevirmen metin denen ağacı keser, halkalarını inceleyerek oluştuğu bağlama ve çevresel koşullardan nasıl etkilendiğine dair çıkarımlarda bulunur. Ancak sonrasında edindiği bilgiler doğrultusunda metni geri birleştirir ve okura yeniden bir ağaç sunar. Şimdi bu işlemi yürütürken ne gibi zihinsel süreçlerden geçtiğine dair bazı hipotezler öne sürmeye çalışacağım.


Çevirmenin işlevi


Zihinselleştirme, “aklı/zihni akılda tutma”, “zihin sahibi olmanın dünyadaki deneyimimize aracılık ettiğinin” (3) farkında olma becerisidir. Karşımızdaki kişinin (veya kendimizin) ne hissettiğine, şu veya bu hareketi neden yaptığına dair soruları bize zihinselleştirme faaliyeti sordurur. Zira karşımızdaki kişinin bir zihni olduğunu, bu zihnin ürettiği kimi duygu ve düşüncelerin bize yansıdığını biliriz; bu bilgi, iletişimde tezahür eden yüzeysel görüntünün ardında başka saik ve süreçler olduğunu anlamamıza, bunları tahmin etmeye çalışmamıza vesile olur. Bu bağlamda kişinin zihinselleştirme becerisi ne kadar gelişmişse, kendisini ve çevresini doğru yorumlaması o kadar olasıdır. Çevirmen de, yukarıda anlatılanlar doğrultusunda, çeviri faaliyeti sırasında aynı anda birden fazla zihinselleştirme sürecini birbirine paralel olarak yürütür. 


Metnin çevirisine başladığında ilkin şu soruyu sorar çevirmen: Yazar burada ne anlatıyor? Dolayısıyla her şeyden önce kendine iletilen açık içeriği doğru anlamayı ve aktarmayı hedefler. Ancak bunun hemen ardından ikinci soru olan “Yazar burada ne anlatmaya çalışıyor?” gelir. Zihinselleştirme işlevi de tam olarak bu soruyla başlar. Bu soru, iki zihnin karşılaşma noktasıdır. Artık metin bir sözcük yığını olmaktan çıkmış, çevirmen metnin arkasındaki silueti (yani, yazarı) hayal etmeye, onun zihin dünyasına nüfuz etmeye başlamıştır. Muhatabı olan gizemli öznenin aklından geçenleri okuma çabasında çevirmen bazı ipuçlarından yararlanır: Bu yazar kim? Hangi yıllarda nerede yaşamış? Bu metni nasıl koşullarda yazmış? Kimlerle diyalog içinde? Bu süreci oyunculuktaki anlamıyla “karaktere girme”ye benzetebiliriz; oyuncular da rollerine hazırlanırken yazılan karakterin kabaca da olsa bir portresini çizmeye, “nasıl bir insan” olduğunu anlamaya çalışır ve ardından hayal ettikleri bu kişinin nasıl jestlerinin olacağını, nasıl konuşacağını, nasıl oturup kalkacağını belirleyerek buna göre bir performans ortaya koyarlar. Çevirmenin “performansı” da zihninde canlandırdığı yazarla veya böyle bir canlandırmayı ne kadar yapabildiğiyle yakından ilişkilidir. Ancak tıpkı oyuncuların canlandırdıkları karakterlerin çoğu zaman hayal ürünü olması veya, gerçek bir kişiyse bile, onu yakından tanımalarının mümkün olmaması gibi, çevirmen de zihninde kimi somut veriler doğrultusunda bir karakter kurgular. Ve yine bu doğrultuda düşünce metinleri özelinde, çevirmenin yazarın iç dünyasıyla değil, fakat kavram dünyasıyla aşina olması büyük önem taşır. Yazarla hemfikir olmak zorunda değildir kuşkusuz, ama yazarın içinden konuştuğu kültürün kodlarını tanıyabilmesi gerekir. 


İki zihnin karşılaşmasıyla beraber, çeviri ilerledikçe, zihinselleştirme faaliyetinin boyutu da derinleşir. Artık yazarın zihin dünyasına iyiden iyiye yerleşen çevirmen, yazarın öfkelendiği, zorlandığı, kaçındığı yahut heyecanlandığı yerleri sezmeye, tutarsızlıklarını fark etmeye ve hatta sözü nereye götüreceğini öngörebilmeye başlar. Bu aşamada artık çevirmenin karaktere tamamen girdiği, yazarla neredeyse tek vücut gibi hareket ettiği söylenebilir. Gelgelelim, yazarın zihniyle kurulan bu özdeşleşme, ne kadar önemli de olsa, çeviri için tek başına yeterli değildir. Çevirmen, aynı zamanda, okuru da aklında/zihninde tutmak zorundadır.


Demek ki eşzamanlı yürüyen bir diğer zihinselleştirme süreci de okurun zihnini konu edinir. Oyuncunun performansını var eden seyirciyse, metni var eden de okurdur ne de olsa. Çevirmenin en az yazar kadar önemli bir muhatabı olan okura dair de bir çalışma yapması gerekir: Bu kitabı kim/nasıl biri okuyacak? Bu kişi neleri halihazırda biliyor olacak? Okuduklarından ne anlayacak veya ne anlaması umuluyor? Böylelikle çevirmen, bir yandan yazarın ne anlatmaya çalıştığı üzerine düşünürken, diğer yandan da okurun ne anlayabileceğini değerlendirir. Çeviri, bir bakıma, bu ikisi arasındaki dengeyi koruma maharetidir; incelikli bir sentez çalışmasıdır. Bu sentezin doğrudan metnin aktarımında mümkün olmadığı zamanlarda çevirmen dipnotlarla araya girerek, Brechtçi bir yabancılaşma pahasına da olsa, diyaloğun sağlıklı seyretmesini temin eder. Dolayısıyla çeviri işlevi, yazarın zihnine girmek kadar, tıpkı bir tartışma programının moderatörü gibi, iki tarafın da kendini doğru ifade ettiğinden ve doğru anlaşıldığından emin olmayı, yani bir gözün mutlaka aradaki etkileşimde tutulmasını gerektirir.


Ancak “tarafsız” davranmayı hedefleyen her moderatör gibi çevirmen de okur ile yazar arasındaki dengeyi koruma çabasında kendi zaaflarını, yanlılıklarını göz önünde bulundurmak zorundadır. Bu da üçüncü bir zihinselleştirme işlevine karşılık gelir: çevirmenin kendi zihnini akılda tutması. Çevirmen, yazarı ve okuru ne denli doğru kavrarsa kavrasın, nihayetinde kendi sözcüklerini kullandığının ve bu sözcüklerin kendi zihin dünyasından çıktığının bilincinde olmalıdır. Bu da çoğu zaman bilinçsizce, kendiliğinden, doğaçlama yapılan alelade tercihlere şüpheci bir gözle yaklaşabilmeyi gerektirir. “Ben olsam bunu böyle söylerdim” ile “Bu yazar bunu nasıl söylerdi?” veya, daha da iyisi, “Bu yazar bunu bu okura nasıl söylerdi?” arasındaki ayrımı gözetebilmek için ortaya çıkardığı metinde yazar (ve yazarın zihin dünyasındaki figürler) kadar kendisinin de konuştuğunu, yani nihayetinde son ürünü kendi zihninin ürettiğini gözden kaçırmamalıdır. Yine de burada çevirmenin görünmez olması veya kendini tamamen unutturması gerektiği anlamı çıkmamalı: Çevirmen tüm bu işlevleri ne denli başarıyla gösterirse göstersin kendi kavrayışı ve üslubu metne mutlaka sirayet edecektir. Bu bir kayıp değildir öte yandan; yazarı “çevirmeni araya karıştırmadan” birebir yansıtmak mümkün olsaydı dahi nihai metin kötü bir imitasyona benzerdi. Oysa çevirmenin de bileşime katılmasıyla, üç zihnin ortak ürünü bir metin çıkar karşımıza. Bu da, ölçüleri doğru ayarlanmışsa şayet, son derece lezzetli bir karışım olabilmektedir.


(1) Bahtin, M. “Söylem Türleri Meselesi”, Söylem Türleri ve Başka Yazılar (çev. O.N. Çiftçi) içinde. Metis, 2016 (1. Basım), s. 81

(2) Green, A. Yazı ve Ölüm (çev. N. Demiryontan), Metis, 2018 (1. Basım), s. 21

(3) Fonagy P, Gergely G, Jurist EL, Target M (2002). Affect regulation, mentalization, and the development of the self. New York, NY: Other Press, s. 3


Kapak resmi: Alexander Rose-Innes - Three Women in Conversation


 
 
 

Comments


Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2021, Alfa İşlevi tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page